Site Haritası

SİYONİZM YIKILMADAN ADİL DÜZEN KURULAMAYACAKTIR Bu İse Ancak Cihat ve İçtihat İle Mümkün Olacaktır

SİYONİZM YIKILMADAN ADİL DÜZEN KURULAMAYACAKTIR Bu İse Ancak Cihat ve İçtihat İle Mümkün Olacaktır

Bugünkü Sözde “Faizsiz Finans Kurumları” veya “Katılım Bankacılığı”, Siyonizm’in Sömürü Düzenine Yedek Lastik Olmaktır. Oysa;

SİYONİZM YIKILMADAN ADİL DÜZEN KURULAMAYACAKTIR

Bu ise Ancak Cihat ve İçtihat ile Mümkün Olacaktır

 

Faizi “Alışveriş gibi mubah sayan” ve ders programları bu marazlı mantıkla hazırlanan fakültelerde okuyanlara göre: Faiz, ekonomi biliminde iki anlamda kullanılmaktadır. Birinci anlamda faiz, bir borç anlaşmasının satışı sonucu elde edilen gelir oranıdır. İkinci anlamda ise üretim amaçlı girdi olarak kullanılan sermayenin kazanç miktarıdır. Bu iki anlam aslında iktisadi açıdan birbirlerinin aynısıdır ve iktisatçılar tarafından faiz olarak tanımlanır. Bunlara göre faiz ekonominin canı-kanıdır, faizsiz sistem imkânsızdır. Oysa faizin gerçek tanımını ve yaptığı tahribatları en iyi açıklayanlar ve faizsiz sistemin kurum ve kurallarını en iyi ortaya koyanlar, İslam fakihleri olmuşlardır.

Çünkü Faiz, kredi kullanılan teşebbüsün kârla sonuçlanıp sonuçlanmayacağı veya kârla sonuçlanacaksa bu kârın ne miktarda gerçekleşeceği önceden bilinememesine rağmen, faiz nispetinin baştan tespit edilmesi sebebiyle, bu kredi kullanımından elde edilen sonucun taraflar arasında âdil ve dengeli bir şekilde paylaştırma imkânının ortadan kalkması; neticede, ister alan ister veren olsun, taraflardan birinin mutlaka zarara uğraması ve bu zararın hiçbir şekilde önlenmesinin mümkün olmaması sebebiyle haram kılınmıştır.

Kur’an-ı Kerim ve Hadis-i Şeriflerde faizin zararları ve haram kılınma sebepleri konusunda herhangi bir beyan yer almazken, tarafları zalim ve mazlum durumuna düşürme sebebi konusunda ise açık ayet vardır. Bu ayet, faizin her halükârda iki taraftan birisi için zulüm sebebi olduğunu net bir şekilde açıklamaktadır: “Eğer tevbe eder, faizden vazgeçerseniz, anaparanız sizindir. Böylece ne zulmetmiş ne de zulme uğramış olursunuz.” (Bakara: 279) Mefhum-u muhalifi (zıt anlamı) şudur: “Eğer faizden vazgeçmezseniz ya zulmeder ya da zulme uğrarsınız.”

Yani faizli bir kredi muamelesinde kaçınılmaz bir surette haksızlık ve zulüm ortaya çıkmaktadır. Bu haksızlık ve zulüm, faizin ayrılmaz bir parçası olarak onun bünyesinde kökleşmiş bulunmaktadır. Bu haksızlığın hem ortaya çıkmasına hem de önlenememesine sebep olan unsur ise, faiz miktarının baştan tespit edilmesidir. Piyasa şartlarının değişken olup gelecekte neler olup biteceğini ve faizli kredi kullanılan işin akıbetini baştan görmek mümkün olmadığına göre, kredi işlemini takip eden günlerde faiz, iki taraftan birini şöyle veya böyle incitmeye başlayacaktır. Çünkü işin akıbeti çok büyük bir ihtimalle en azından bir tarafın beklentilerinin tersine cereyan edecektir. Şöyle ki: Olumsuz piyasa şartları kredi kullananı sıkıntıya sokarken, parasını her şeye rağmen faiziyle birlikte sağlama almış bulunan sermaye sahibinin rahatı bozulmayacaktır. Bunun tersi durumda, yani belli bir faiz haddiyle kredi işlemi yapıldıktan sonra piyasa şartlarının beklenmedik bir şekilde canlanması, başka bir ifadeyle, sermayenin getiri oranının çok yükselmesi durumunda ise, parasını daha evvel normal bir getiriyle faize bağlamış olan sermaye sahibi şöyle veya böyle bir pişmanlık duyabilecektir. Bu pişmanlığın sebebi, bu işlemde faiz oranını biraz daha yüksek tutmamış olması veya şu anda elinde olsaydı çok kârlı işler çevirebileceği parasını, sadece normal bir faize bağlamakla şimdi karşısına çıkmış bulunan cazip imkânlardan mahrum kalmasıdır. İki tarafın da memnun kalabileceği tek sistem İslam’ın Katılım Ortaklığı ve “Karz-ı Hasen” programıdır. Fakat insanların maddî hesaplarını çok ince yaptığı düşünülecek olursa, faizli bir işlemin sonucundan iki taraftan birinin mutlaka rahatsızlık duyacağını söylemek yanlış olmayacaktır.

Ali Karadaği: İslami bankacılığın Rusya ekonomisine güç katacağını hatırlatmıştı

Rusya Ortodoks Kilisesinin faizsiz bankacılık sistemi kurulması çağrısına, İslam ekonomisi uzmanı, Müslüman Alimler Birliği Genel Sekreteri Ali Karadaği destek çıkmıştı. Ali Muhyiddin el Karadaği, Rusya Ortodoks Kilisesinin faizsiz bankacılık sistemi kurulması çağrısının, “mükemmel bir öneri” olduğunu vurgulamıştı. İslamNews’in sorularını cevaplayan Karadaği “Biz her zaman, hem Müslümanları hem diğer dinlerin mensuplarını, ortak prensipler ve ortak ahlaki değerler ışığında faizle mücadelede işbirliğine çağırdık. Dünya Müslüman Alimler Birliği bu yolda çalışmalar yürütüyor. Müslümanların ve Hıristiyanların memnuniyetle karşılayacağı bu projenin gelişimi için yatırımcıları, sponsorları ve diğer ilgili tarafları bir araya getiriyoruz” yorumunu yapmıştı.

Karadaği, Rusya yönetiminin de öneriye sıcak bakacağını ve Rusya’da İslami bankacılığı yasal hale getirecek ilgili yasaları çıkaracağını umduklarını hatırlatmıştı. Faizli banka hizmetleri İslami ölçülere uygun olmadığı için birçok Rusyalı Müslüman’ın ülkesinde banka hizmetlerini kullanmadığını belirten Karadaği, İslami bankacılığın Rusya ekonomisinin gelişimine önemli katkıları olacağını açıklamıştı.[1]

Rusya’nın ilk faizsiz bankası açılmaktaydı

Rusya’nın faizsiz finans ve bankacılık kurallarına göre faaliyet gösterecek ilk bankası KAZAN’da açılmaktaydı.[2] Rusya Federasyonu’na bağlı Tataristan’ın başkenti Kazan’da faaliyet yapacak yeni banka, Tatagroprombank’ın alt kurumu olarak Rusya’da faizsiz finans prensipleri doğrultusunda çalışacaktı. İslam Kalkınma Bankası ile işbirliği anlaşması da imzalayacak olan bankanın açılmasıyla, Rusya’ya İslam ülkelerinden yatırımların çekilmesi amaçlandığı yorumları yapılmıştı. 2014 Ocak ayında Rusya Meclisi’nden (Duma) geçen yasayla birlikte ülkede dini finans kurumlarının faaliyetleri serbest bırakılmıştı. Bu tarihi girişim ve gelişmelerde Kırgızistan Bişkek’te Rusça’ya tercüme edilen “Adil Düzen ve Yeni bir Dünya” kitabımızdan da yararlanıldığı ve örnek alınacağı kanaati kıvancımızı artırmaktaydı.

Önce faiz nedir ve faizsiz sistem nasıl olmalıdır?

1- Faiz, “zamanla artan borç” olmaktadır:

Örneğin 1 milyon borç verilir. Her ay %’de şu kadar artarak katlanır.

2- Faiz; zarara katılmayan kârdır:

“Para bir taraftan, emek diğer taraftan, hem kâra hem de zarara katılmak” üzere kurulan bir ortaklık caizdir, ama sadece “ben parama karşılık şu kadar kâr isterim, zarara karışmam” demek ise faizdir.

3- Faiz; misliyattan alınan fazlalık ve kiradır:

Buğday, arpa, toz şeker gibi aynı cins üretim mallarının borç alınıp, sonradan geri ödenirken verilen fazlalık faizdir.

4- Faiz; başkasının zararına doğan kazançtır:

Adil Düzende asıl olan “para parayı doğurur” değil, “para, emek ve üretmek karşılığıdır” düsturudur. Faiz, çalışmadan veya üretmeden, başkalarının kazancını ve hakkını sömürmek, başka bir ifadeyle “üretmeden tüketme hakkı elde etmek” demektir ki bu açık bir haksızlık ve bir nevi hırsızlıktır.

Faizle Selem’in (para peşin, mal veresiye şeklindeki alışverişin) farkına gelince:

1- Faiz, malı önceden alıp parasını sonradan ödemek şeklinde olduğu için – vade farkından dolayı – fiyatlar artıyor ve enflasyonu körüklüyor. Selem’de ise parayı peşin verip mal sonradan alındığı için fiyatları düşürüyor ve enflasyonu önlüyor.

2- Faiz, daha parasını ödemeden ve karşılığında bir şey üretmeden önce “peşin tüketim” yaptırıyor. Böylece “borçlu yaşama” düzenini doğurup, ekonomik dengeyi bozuyor. Selem’de ise önce parası ödeniyor, tüketim sonraya bırakılıyor. Böylece hem üretime destek verilip teşvik ediliyor, hem de “dengeli yaşama düzeni” kuruluyor.

3- Adil Düzen’deki selem (Sipariş) senedi “malı” temsil ediyor. Bugünkü senetler ise “para” yerine geçtiği için mevcut para değerini ve alım gücünü otomatikman düşürüyor.

4- Faizli krediler; işletmeyi küçültür, üretimi düşürür ve işsizliği artırır. Selem kredisi ise tam aksine işletme kapasitesini büyültüyor, üretimi artırıyor ve işsizliği önlüyor.

5- Selem senetleri zaten “Hamiline” (taşıyana) yazılı olduğu için icabında para gibi işlem görüyor. Böylece selem yoluyla faizsiz kredi bulabilen hiç kimse, artık faizli krediye mecbur kalmıyor ve itibar etmiyor.

Yani sadece “selem müessesesi” bile faiz yuvalarını kurutmaya yetecektir. Bu nedenle “Atom bombasıyla sarsamayacağınız Siyonist sömürü sistemini selem senediyle yıkabilirsiniz” sözü, asla mübalağa olmayıp gayet ilmi ve insani bir gerçeğin ifadesidir.

Faize niçin karşıyız?

Sömürü sistemi ve zulüm tekeli olan Kapitalizmin mikropları ve kanser urları faizdir. Bakınız, Robert Kohl’un doktora tezi bir cümledir: “Tüberküloz (verem) hastalığının sebebi kohl basilidir.”

Ülkemizde de, Milli Görüş’ün dışındaki bozuk zihniyetlerin sahiplendikleri ve sürdürmek istedikleri bu kapitalist köle düzeninin ise “5 mikrobu” vardır.

1 – Katmerli faiz.

2 – Haksız vergi.

3 – Karşılıksız para basan darphane.

4 -Yabancı paralar karşısında Türk Lirası’nın değerini düşüren Kambiyo sistemi

5 – Halktan ucuz faizle topladığı mevduatları bir avuç zengine kredi olarak pompalayan bozuk Banka düzeni.

Bu beş mikroptan da haliyle şu hastalıklar zuhur etmektedir.

1- Devamlı artan fiyatlar, pahalılık, yani enflasyon.

2- Yeni yatırımların, fabrika ve iş imkânlarının açılamaması yüzünden giderek çoğalan işsizlik.

3- Tekelleşme, banka, fabrika, piyasa, medya (gazete, TV.) gibi tüm imkânların Siyonist sömürü merkezlerinin eline ve emrine geçmesi.

4- Genel ahlakın bozulması, insani ve İslami değerlerin yozlaşması hırsızlık, huysuzluk ve hayâsızlığın yaygınlaşması ve namusların sokağa atılması.

5- Devlet kurumlarının ve adalet mekanizmasının felç olması sonucu MAFYA’ların ortaya çıkması ve toplumun yeraltı dünyasından medet umması.

6- Ve nihayet anarşik olayların ve sosyal patlamaların toplum düzenini temelinden sarsması ve bütün dengelerin yıkılması.

Nasıl ki “Kötülük kötülükleri doğurur” gerçeğince bir adam içki içse zamanla kumara da alıştırılır. Kumar oynayan haliyle evinden uzaklaşıp gece hayatına başlar… Gece hayatı olan birisine helal kazancı yetmez… Rüşvet, hırsızlık ve benzeri yollara bulaşır… Bunları yapanlar yalana ve harama alışır, aile yuvası dağılır, sağlık ve ahlakı bozulur… Aynen bunun gibi faizci bir düzende, diyelim peşin para ile bir fabrika 300 milyona çıkıyor olsun. Kapitalist kodamanların birisinin elinde bu kadar parası olsa da yatırıp fabrikayı kurmuyor. Gidip kendi özel bankasından veya devlet kasasından yüksek oranlı faizli kredi çekiyor. Niye mi? Çünkü sömürü sistemi böyle kurulmuş… Faizler masrafa yazılıyor, onlar maliyeti arttırıyor, sonunda da fiyatlara yansıtılıp halktan çıkarılıyor… Bu faizli kredilerin de çoğu geri ödenmiyor, batık kredi olarak yine millete fatura ediliyor. Böylece faizli kredi yüzünden 300 milyonluk maliyet 500 milyona fırlıyor. 50 milyon peşin vergi, 50 milyon reklam parası da masrafa eklenince maliyet 600 milyona çıkıyor. Şirketin satış müdürlerinin, bölge bayilerinin yurt dışı turistik gezileri, milyonluk nişan ve düğün merasimleri, siyasi partilere verilen seçim giderleri de eklenince bu meblağ 700 milyona yükseliyor… Bu maliyet üzerinden %20 de kâr eklenince 850 milyona çıkıyor. Ana bayiinin, bölge bayisinin ve nihayet tüccarın ve satış şubelerinin faiz ve kâr hadleri de üzerine binince fiyatlar otomatikman asıl maliyetinin on misli artıyor ve 1 milyara yükseliyor. Yani faizsiz ve adil bir sistemde 200 liraya mal olacak bir buzdolabı bu düzende evimize 2 bin liraya geliyor. Normalde beş bin liraya çıkması gereken bir traktör köyümüze 50 bin liraya geliyor.

Yani bu faizci Masonik holdinglerin faiz farkını, vergi ve reklam parasını, düğün ve seyahat masrafını sonunda işçi, köylü, esnaf ve memur vatandaş ödemek durumunda kalıyor!.. İşte bu nedenle bir türlü karnımız doymuyor, yüzümüz gülmüyor, ülkemiz borçtan ve batmaktan kurtulamıyor.

Şeytanın sömürü hortumu olan faiz yoluyla halkın alın teri ve emeği kapitalist kodamanların kasasında toplanıyor. Fabrikalar, bankalar ve piyasalar ellerine geçiyor ve tekelleşiyor. Banka, fabrika ve para ellerinde olunca yüksek tirajlı gazete ve dergi ve TV kanalları da emirlerine giriyor. Böyle olunca siyasi partiler de bunların güdümüne giriyor ve ülkede bir sermaye diktatörlüğü başlıyor. Sonunda çağdaş Karunlar çağdaş firavunlara yön veriyor. Görmüyor musunuz bir kaç yüz üyesi olan TÜSİAD misali zengin kulüpleri hükümetler yıkıyor, hükümetler kuruyor. Faiz ve vurgun yoluyla süper zenginleşen Karunlar, halkın ve ülkenin gerçek kalkınmasına ve bağımsızlığına yarayacak yatırımlar yerine, lüks tüketime ve israf ekonomisine dayanan ve dünya Siyonizm’inin Türkiye şubesi gibi davranan bir yapıya yöneliyor. Bir kısım mutlu azınlık faiz, karaborsa, vurgun ve rüşvet yoluyla bedavadan kazandığı milyarları en ahlaksız ve acımasız bir tarzda harcamaya başlarken, ezilen, sömürülen ve fakirleşen halk, tembelliğe, beleşçiliğe ve hatta bir kısmı namus ticaretine başlamak zorunda kalıyor… Ülkede korkunç bir ahlak erozyonu ve kokuşma başlıyor… Arkasından anarşi ve sosyal patlamalar hızlanıyor. Devlet yönetimi perde arkasında fiilen mason localarının ve MAFYA babalarının eline geçiyor. Ülke yarı sömürge haline sokuluyor. Halk demokrat köleler ve serseri sefiller durumuna getiriliyor.

İşte görülüyor ki;

Faiz, işsizlik ve fakirlik sebebidir.

Faiz, sosyal dengesizlik vesilesidir.

Faiz, çağdaş sömürgecilik sistemidir.

Faiz, ahlaki seviyesizliği netice vermektedir.

Faiz, sonunda zulüm ve zillete dönüşmektedir.

Faiz, maddi ve manevi yüzlerce hastalığın mikrobu (basilidir.)

Ve Faiz, Allah ve Peygamberle harp etmektir…

Faizi savunan bütün partiler, faizci düzeni ayakta tutan kesimler ise insanlığa ve İslam’a karşı en büyük kötülüğü işlemektedir.

Özet olarak;

1 – Faiz, paranın zamanla artmasıdır.

2 – Faiz, enflasyona sebep olmaktadır.

3 – Faiz, gelişmeyi durdurmaktadır.

4 – Faiz, tekele neden olmaktadır.

5 – Faizli sistemde ekonomik denge kurulamayacaktır.

6 – Pozitif faiz çelişkidir, gerçekleşmesi imkânsızdır.

7 – Faiz ekonomiye geri dönemediğinden zararlıdır.

8 – Faiz hızlanarak artmak zorundadır.

9 – Fiyat anarşisinden doğan enflasyon, faizli sistemi işlemez hale sokmaktadır.

10 – Faiz çıkar çatışmasına dayanır, savaşların ve anarşinin kaynağıdır.

Prof. Dr. Abdülaziz Bayındır, Katılım Bankacılığını şöyle anlatmaktadır: “Katılım bankası ortaklık sistemiyle çalışan ve bankacılık hizmetleri yapan kuruluşlardır. (Bugünkü) Bankaların faiz vererek topladığı parayı o kâr ve zarara katılma (mudarebe) akdi ile toplamaktadır. O kredi vermez. Akıllı ve ilerisini düşünen bir tüccar sıfatıyla çalışır. Katılım bankasının topladığı paraya katılım fonu, bu fonun kullanıldığı hesaba da katılım hesabı adı takılmıştır” şeklinde tanıtmaktadır.[3]

“Onlara (Batılılara) göre kalkınmak için sermaye birikimine ihtiyaç vardır. Sermaye birikimi (ise) sadece bankalar yoluyla sağlanır. Bankacılık sistemi ise ancak faizle ayakta kalır. Faiz yasağı bankacılığa ve dolayısıyla kalkınmaya engel olmaktadır. Varılmak istenen sonuç ise faizi yasaklayan İslam’ın ihtiyaçlara cevap veremediği ortadadır. Birçok Müslüman’ın zihni bu konuda karışıktır. Hâlbuki kredi sisteminin karşısında ortaklık sistemi vardır. Bu sistem, faizin doğurduğu sakıncaları ortadan kaldırarak sermaye birikimi sağlamaya elverişli ve öteden beri bilinen ve uygulanan bir sistem olmaktadır.”[4]

Bugün “İslami Bankacılık” veya “Katılım Ortaklığı” kılıfıyla meşrulaştırılmaya ve aslında Siyonizm’in sömürü aracı olan faizi İslam ülkelerinde “caiz” kılıfıyla yaygınlaştırmaya yarayan bu tür tanımlar Müslüman halkı avutmaktan ve hatta aldatıp paralarını toplamaktan başka işe yaramayacaktır. Kur’an’ın birçok ayetle emrettiği Karz-ı Hasen (Güzel ve gerekli, üretime yönlendirici ve ihtiyaç giderici BORÇ) hükümlerinin sistemleştiği bir kurum olan FAİZSİZ BANKACILIK’ın asıl işlevi; “Faizsiz kredi sağlamak ve üretime dönük istihdam oluşturucu yatırımları teşvik edip kolaylaştırmak” olması lazım gelirken Sn. Abdülaziz Bayındır’ın: “(Katılım Bankaları) Kredi vermez, akıllı ve ilerisini düşünen bir tüccar sıfatıyla çalışır” sözleriyle aslında bugünkü İslami Bankacılığın “Müslüman halkın biriktirdiği paraları toplayıp, bunların sırtından büyük ticari vurgunlar sağlama aracı olarak kullanıldığını” da itiraf etmiş olmaktadır.

Ve zaten Prof. Dr. Sabahattin Zaim’in: “İslam Bankacılığında hala ortak kuralların tesis edilememesi, biraz da ekonomistler ile ya da finans uzmanlarıyla, İslâm hukukçuları arasında bir çelişkiden veya bir mutabakat tesis edilememesinden ileri geliyor olabilir mi?” sorusuna verdiği:

“Hâlâ İslâm dünyasındaki İslâm iktisadıyla ilgili gelişmelerin önündeki darboğazlardan biri bu sorduğunuz sualle ilgilidir. İslâm dünyasında maalesef eğitim sistemi ile ilgili olarak fıkıhla iktisat arasında tam bir köprü kurulabilmiş değildir. Dolayısıyla ikisini bir araya getirecek ya bir ekip çalışmasına yahut da öyle bir eğitim mekanizmasından yetişmiş münevverlere ihtiyaç hissedilmektedir. Her ikisi de kâfi derecede gerçekleştirilemediği için bu nokta gelişmelerimiz de bir engel teşkil etmektedir…”

“Faizsiz Finans Kurumları, bir vasıta gibidir. Fakat, İslâm iktisadı da bütünden mücerret değildir. Eğer bunlar aynı bütünün içinde yer almazsa, her birisini başka bir bütünün içine koyarsanız, bir makineye yabancı bir dişlinin monte edilmesi gibi uygun düşmeyecektir. Makine kötü sesler çıkarır ve devamlı aşınmalar görülecektir. Özel Finans Kurumları’nın çalışma tarzı böyle bir manzara arz etmektedir. Farklı bir sistemin içine bunu monte etmeye uğraşıyoruz. Ve tabii ki bu kurum istenilen kıvamda pürüzsüz çalışamıyor. Çünkü çevresi hazır değildir, insanı hazır değildir, tamamlayıcı kurumları hazır değildir”[5] yanıtları da, Siyonizm’in Faizci Kapitalist dünya sömürü düzenini yaygınlaştırmak üzere: “Faizsiz İslami Sistem” kılıflı, ama aynı çarkın işleyişine ve sömürü düzenini kolaylaştırıcı bir montaj projesi uydurduklarının kanıtıdır.

Elbette bugün uygulanan “İslam Katılım Bankacılığı” girişimlerinin; faizsiz sisteme geçişte psikolojik bir alt yapı ve sosyolojik bir moral ve umut kaynağı olması ve daha ciddi ve gerçekçi faizsiz kredi kurumlarına bir hazırlık aşaması sayılması gibi yararları da bulunmaktadır. Ancak “Faize ortaklık kılıfı sarılması, Müslümanların helal ve meşru bankacılığa kavuştuk” havasıyla avutulması, ama aslında Siyonist sömürü düzenine kolaylık sağlanması gibi zararları da unutulmamalıdır.

Sabahattin Zaim, Hayrettin Karaman ve Abdülaziz Bayındır’ın en büyük noksanlıkları; Kur’an ve Sünnet kaynaklı ekonomik, siyasi (idari, demokratik), içtimai (ahlaki), ilmi (eğitim düzeni) ve hukuki temel kurum ve kuralları uyumlu bir sistem bütünlüğü halinde bir türlü ortaya koyamamalarıdır. Bu ilmi bir kısırlıktan mıdır, yoksa korkaklıktan dolayı mıdır? sorusunu onlar yanıtlamalıdır. Oysa ortada Rahmetli Erbakan Hoca’nın öncülük yaptığı, Akevler Ekibi’nin ilmi içtihatlarla hazırladığı, bizim de “Adil Düzen ve Yeni Bir Dünya” başlığıyla tamamlayıp kitaplaştırdığımız bir örnek model bulunmaktadır ve hala buna sahip çıkılmaması ve hatta tartışma konusu bile yapılmaması, ne ilmi hassasiyetle ve ne de İslami mesuliyetle asla bağdaşmamaktadır.

Prof. Dr. Hayrettin Karaman’ın: “Faizsiz Finans Kurumları, Türkiye’nin özel şartları yüzünden daha ziyade murâbaha adı verilen işlemi yapmaktadır. Murâbaha teriminin manası “malı peşin fiyatla (peşin de olmayabilir) alıp vade farkı koyarak veresi satmak”tır. Kurum vade farkı koyarken bazı kriterleri esas almaktadır; bu kriterler arasında enflasyon vardır, piyasada dolaşan paranın başka enstrümanlara yatırıldığında muhtemel geliri vardır ve daha başka hususlar vardır. Kurum, kendisine para yatıran ortakların (kâra ve zarara katılım hesabı sahiplerinin) beklentilerini karşılamak zorundadır.” tanımı gerçekleri yansıtmamaktadır. Çünkü bugünkü Faizsiz finans kurumları, kâr ve zarar ortaklığı esasına göre çalışmamaktadır. Bu bankalara para yatıran hiç kimse icabında zarar da edebileceği riskini göze almamaktadır.

Faiz ile kâr payının farkı şuradadır:

Faiz, belirli bir miktardaki anaparanın belirli bir vadede, belirli bir oranda elde ettiği getiri olarak tanımlanmaktadır. Yani borç verenin (banka ya da özel kişi) vadeyi ve oranı belirlediği, alanın da kabul ettiği bir uzlaşma vardır. Faizli uygulamalarda her iki taraf, üzerinde anlaşılan vade geldiğinde anaparanın dışında ne kadar vereceğini ya da alacağını bilmek durumundadır. Faizsiz çalışma esasına dayalı kâr payı ise, taraflarca belirlenen vadeye kadar ticari veya sınai bir ekonomik faaliyette kullanılan anaparanın elde ettiği kârın vadesi geldiğinde anlaşılan oranda taraflara dağıtılan kısmıdır. Vade sonunda elde edilen getiri, yani kâr, %80’i tasarruf sahibine, %20’si kuruma olmak üzere dağıtılır. Kâr payı esasına göre çalışan sistemde anaparanın vade geldiğinde ne kadar kazandıracağı belirli olmaması hatta doğal olarak bazen zarar etme ihtimalinin de hesaba katılması ve buna hazır ve razı olunması lazımdır.

Dağıtacakları kârın önceden açıklanması, faize kılıf uydurulmasıdır!

Yani dağıtılacak kârları önceden açıklamak hiçbir şekilde mümkün ve garanti olmamalıdır. Efendim: “Gazetelerde ya da şubelerde ilan edilen kâr payları ileriye yönelik dağıtılacak kârları gösteren bir tablo değildir. Açıklanan rakamlar bir önceki hafta sonu itibariyle vadelere göre oluşmuş ve dağıtılmış kâr paylarını göstermektedir. Müşterileri bilgilendirmek amacıyla ilan edilmektedir. İleriye yönelik bir taahhüt değildir” sözleri inandırıcı olmaktan uzaktır.

Üstelik mevduata (yatırılan ana paraya) güvence verilmesi kanunla sağlanmıştır: Çünkü, 07/11/2006 tarih 26339 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanan “Sigortaya Tabi Mevduat Ve Katılım Fonları İle Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonunca Tahsil Olunacak Primlere Dair Yönetmelik” gereğince mevduata aşağıda belirtildiği şekilde güvence verilmiş durumdadır.

“Yurt içi şubelerde gerçek kişiler adına açılmış olan ve ticari işlemlere konu olmayan Türk Lirası, döviz ve kıymetli maden cinsinden mevduatların her bir gerçek kişi için 100.000 Türk Lirasına kadar olan kısmı sigorta kapsamındadır.” İşte bu durumda kâr-zarar ortaklığı esası ortadan resmen ve fiilen kaldırılmış olduğundan “dolaylı faiz” olgusu devreye sokulmaktadır.

Merkez Bankası Başkanını kanunen kim atamakta, ama gerçekte kimlerin güdümünde bulunmaktadır?

Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası A.Ş., banknot ihraç eden, hükümetin para ve kredi politikasını yürüten bir nevi veznedarlık görevini üstlenen ve devletin iktisadi ve mali danışmanlığını yerine getiren yasal olarak bağımsız bir ekonomik kurum niteliğindedir. Kâğıt para (banknot) basma tekelini elinde tuttuğundan bu yetkiye istinaden bağımsız olarak para politikasını belirlemektedir. Ayrıca Hazine Müsteşarlığı’na bağlı olan Darphane ve Damga Matbaası Genel Müdürlüğü’nce basılan madeni paraların tedavülü de Merkez Bankası’nın elindedir. Merkez Bankası EFT (Elektronik Fon Transferi), EMKT (Elektronik Menkul Kıymet Transferi) sistemlerinin Türkiye’deki sahibi olup, Tüm Dünya Bankalar arası Mali İletişim Topluluğu’nun (Society for Worldwide Interbank Financial Telecommunication-SWIFT) Türkiye ayağını yürütmektedir. Merkez Bankası Kanunu uyarınca Merkez Bankası Başkanları, Bakanlar Kurulu Kararıyla 5 yıllık bir dönem için tayin edilir ve bu sürenin sonunda yeniden atanabilir.

Merkez Bankası Başkanını Bakanlar Kurulu belirleyip Cumhurbaşkanı atadığı halde 14 yıldır Sn. Cumhurbaşkanı’nın defalarca “faizleri indir” çağrısını hangi güç ve yetkiyle yerine getirmemiştir?

Oysa 14 yıldır atamış oldukları 3 başkan (2001 Serdengeçti, 2006 Durmuş Yılmaz, 2011 Erdem Başçı) Banka Meclisi üyelerini, PPK (Para Politikası Kurulu) üyelerini değiştiremediler mi, bu konularda sizin sözünüzü dinlemediler mi? Ve yine Başkan yardımcılarını da Başkan atıyor (4 tane) ve bunlar otomatik para politikası üyeleri oluyor (faizi değiştiren kurul). Size hiç sormadan mı Başkanlar bu yardımcılarını seçmektedir? (Çünkü otomatikman PPK üyesini seçmiş oluyorlar) Bu Merkez Bankamızda Türkiye’nin payı ne kadardır, yabancıların payı hangi orandadır? sorusu niye bir türlü yanıtlanmamıştır?

Yeni katılım bankaları ve sıcak para toplama telaşı!

Yeni kurulan Ziraat Katılım ve Vakıf Katılım’ın kurulma amacı; ülkede banka sayısı az da artırmak için miydi veya faizsiz İslami Bankacılığa hazırlık mahiyetinde miydi? Yoksa ülkede sıcak para akışı bitmeye başladı da, Hükümetinizin yanlış dış politikaları sonucu kaçan paranın yerine Avrupa’daki insanlarımızın, Arapların ve Müslüman ülkelerindeki mevduatların Türkiye’ye çekilmesi için miydi? (Katar, Suudi Arabistan, Kuveyt, İran) AKP teşkilatlarının dilindeki 200 milyar USD para gönderelim diyen Katar Emiri’nin emri mi gerçekleşmişti? (Digitürk neden Katarlılara satılıvermişti?) Çünkü, piyasalar her geçen gün daralmakta ve bankalardaki yazılan çeklerin ve protesto olan senetlerin sayısı her geçen gün artmaktaydı. Ayrıca tahsile gelen çek ve senet oranında aynı oranda azalma vardı. Genellikle çekler yazılmakta, senetler protesto olmaktaydı. Türkiye Bankalar Birliği Risk Merkezi 2015 sonu verilerine göre 2015 yılında sadece bireysel kredi borcundan dolayı yasal takibe intikal etmiş kişi sayısı 2014 yılına göre yüzde 8 oranında artarak, 2015 yılında 725 bin kişiye ulaşmıştı. Ayrıca bankaların rasyonlarını bozmamak için hukuka intikal ettirmediklerini de hesaba katarsak 1 milyon kişi, esnaf, ticari hesap, kurumsal firmalar ve tarım kredileri hariç, sadece bireysel olarak yasal takibe takılmıştı.

Sıcak Paranın anlamı ve tahribatı:

1- Üreten değil Pazar ülke olmanın bir getirisi ve göstergesi sayılmaktadır.

2- Sıcak Para: ekonomide reel yatırım olarak kullanılmayan, spekülasyon amaçlı girip dolaşan paradır. Burada Sn. Recep Tayyip Erdoğan’ın Mart 2003 tarihinde Başbakanlık görevini üstlendiğinde, Ağustos 1989’dan beri Türkiye’ye giren kümülatif net sıcak para miktarının sadece 2.1 milyar dolar düzeyinde olduğunu hatırlatmamız lazımdır. Başka bir deyişle Sn. Erdoğan’ın Başbakanlık yaptığı Mart 2003’ten Nisan 2013’e kadarki 10 yıllık dönemde Türkiye’ye net olarak toplam 129.4 milyar dolar sıcak para giriş yapmıştır.[6] Oysa “para alan emir de alır” gerçeği asla unutulmamalıdır?

3- Ülkede sıcak para miktarı, üretimin artmadığı bir ekonominin nasıl büyüdüğünün anlaşılması açısından önemli bir gösterge sayılır. 14 yılda şöyle büyüdük, böyle büyüdük edebiyatı yapılmaktadır. Peki sormazlar mı, ne ürettin sattın da büyüdün, yok sıcak para ile bunları yaptınsa karşılığında yabancı bankerlere hangi tavizleri sağladın?

4- Sıcak para piyasayı dolaşmayan, para olarak ülkeye girip faiz toplayıp çıkan, kalıcı üretim ve yatırıma yanaşmayan paradır. Ekonomide dışa bağımlı olarak suni büyüme oluşmaktadır, ama aniden tepetaklak olma riski taşımaktadır.

5- Erbakan Hoca’nın deyimiyle, çalışmadan ve üretim sağlamadan, sadece babandan harçlık alarak nereye varılacaktır? Çünkü evde satacak yani özelleştirilecek bir şey kalmadıysa artık ekonomi can çekişiyor konuma taşınacaktır.

Ya sıcak para kaçarsa? Kuşkuları…

Türkiye’yi krizlere açık hale getiren sıcak paranın şu anki büyüklüğü, Türkiye ekonomisinin geleceğini önemli ölçüde tehdit eder boyuttadır. AKP hükümetinin kurulduğu 2002 yılı sonunda bu meblağ 9,1 milyar Dolardı, 2006 Eylül ayı itibarıyla “yabancı kaynaklı” sıcak para stoku 57 milyar Doları aşmıştı.[7] Türkiye’de sıcak para olarak tanımlanabilecek döviz miktarı 2014’te 131 milyar Dolardı. Bunun 62 milyar Doları borsada, hisse senetlerinde, 52 milyar Doları Hazine bonolarında, 17 milyar Doları ise para piyasasında dolaşmaktaydı.[8] Peki bu kadar hızla gelen sıcak para kaçarsa ne olacaktı? Açıklayalım: Yapılan hesaplamalara göre 1999 yılı sonunda Türkiye’de toplam sıcak para 28 milyar Dolardan, 2000 yılında 19 milyar Dolara düşünce ülkemiz çok büyük bir ekonomik kriz yaşamıştı. 2015 yılındaki Türkiye’den sıcak para çıkışı-kaçışı ise 15.4 milyar Dolara ulaşmıştı. Bu arada Merkez Bankası rezervleri de 11.8 milyar Dolar azalmıştı.[9] Peki düşen 9 milyar Dolarda böyle kriz olduysa, acaba 140 milyar Dolar olan sıcak paranın yarısı çıksa nasıl bir kriz yaşanacaktı? Yoksa siz bunu bildiğinizden dolayı tampon tedavi olarak katılım bankası açalım da Avrupa’daki insanlarımızın ve Arapların parasını alalım telaşına mı kapıldınız?

Katılım Bankaları bir oyalamacadır!

Ülkemizdeki bireysel ve kurumsal firmaların iç tasarruf oranları büyümeyi finanse edecek boyuttan uzaktır. Maalesef her geçen gün Erbakan Hocamın sağlığında Star TV’de hatırlattığı: “Ben kara bulutları görüyorum, finansal bir kriz yaşanacak!” dediği günlere giderek yaklaşılmaktadır. 14 yıldır sadece sıcak para ile yönetilen Türkiye artık finansal krizin pençesine yakalanmıştır. Artık, bankaların sıcak para bulmakta zorlanması, Merkez Bankası rezervlerinin azalması ve artık özelleştirilip satılacak bir şey kalmaması büyük krizlerin başlangıcıdır. İşte bu kuşku ve korkularsa: “Kim bize sıcak para aktaracak?” telaşıyla Katılım bankalarına bel bağlanmıştır. Oysa üretim olmadan gelecek sıcak para belki kısa vadede bir rahatlama oluşturacaktır, ama çıkarken 70 milyon vatan evladının alın terini ve birikimini de alıp kaçacaktır. Üstelik gizli şantajlar ve gizli pazarlıklarla, Milli menfaatlerimiz ve geleceğimiz onlara rüşvet sunulacak ve ülkemiz ipotek altına alınacaktır. Çünkü bünyelerinde faizsiz bankacılık birimi kuran bankaların tamamı Rothschild’lere bağlıdır: Citibank-ABD, Goldman Sachs-ABD, HSBC- İngiltere, Deutshce Bank-Almanya, Union Bank of Switzerland-İsviçre, Amro Bank-Hollanda, Kleinwort Benson, ANZ Grindlays Avustralya, United Bank of Kuwait ve Arab Banking Corporation. Dünyanın en büyük bankaları olan bu kuruluşların hepsi, teşkilatlarında ‘faizsiz’ bankacılığa yer açmışlardır.

Dünyada şu an için belli iki güç vardır: Biri parayı, sistemi elinde tutmaktadır, diğeri ise askeri ve silahı ile kıtaları, okyanusları ve hatta hava sahalarını kontrolüne almış bulunmaktadır. Birinci güç Rothschildler’dir ki, bu aile, hiçbir işini şansa bırakmamaktadır. Ta Mayer Amschel Rothschild’den beri süre gelen bir gidişattır. Dünyadaki faizci bankacılık sistemini kuran Mayer Amschel Rothschild, çok önemli bir karar almıştır. Başta Avrupa ve Amerika olmak üzere dünyadaki her bankanın genel merkezine aileye bağlı bir yetkili sokmuşlardır. Bugün dünyada para transferinde bulunan 1000 bankanın genel merkezinde de yedekli bir şekilde Rothschild’e bağlı yetkili vardır. Onun bir sorun yaşaması halinde, yedekte bekletilen kişi o göreve atanır. 250 yıldır bu sistem değişmeden uygulanmaktadır.

George Soros, ailenin en önemli para casusu konumundadır. Ancak Soros kadar ünlü olmayan ancak en az onun kadar etkin 40’ın üzerinde spekülatör Rothschild’e bağlıdır. Bu 40 spekülatörün, BM’ye üye olan 193 ülkede bağlantıları vardır. O ülkelerin ekonomik faaliyetlerinde deprem veya artçıya neden olabilecek hamleler yapılmaktadır. New York Times, Forbes, Fortune, The Wall Street Journal, The Guardian, The Economist, Financial Times, Bloomberg ve CNBC gibi dünya ekonomisine yön veren medya ile gerekli ekonomik hamleler gerektiği şekilde yapılmaktadır. Hatta David de Rothschild bir gün şunları açıklamıştır:

“İngiltere’nin ihracatı veya ithalatı, bizim üzerimizden yapılmaktadır. Sanıyor musunuz başka ülkelerdeki ihracat veya ithalat bizim kontrolümüz dışındadır!” İşte bunlar Siyonizm’in yani Deccalizmin karargâhıdır. Faizli bankacılığı ve karşılıksız parayı (Doları) Şeytani usullerle kullandıkları için siyasi zaferleri de almakta ustalaşmıştır. Merkezleri Londra’dır. Amerika’da da, Çin’de de vardır, kolları her yere uzanmaktadır.

İçeride çok ciddiye alınmasa da Panama Sızıntıları şimdiye kadar yapılan en büyük istihbarat operasyonlarındandı. Şimdilik 12-13 devlet başkanı ve başbakanla ilgili küçük de olsa belgeler açıklandı, ama asıl şantaj unsurları gizli tutulmaktaydı. Yani asıl “açıklanması gerekenler” henüz açıklanmamıştı. Bu denklemde Türkiye için de oyun kuranlar da vardı! “Temmuz’a kadar Erdoğan en zor günlerini yaşayacak!” tehditleri Amerika’da gizli kapıların arkasında seslendirilmeye başlanmıştı. Alman medyasına bakın! Tel Aviv ve İsrail’i kuranlardan izinsiz yayın yapamazdı. Söyleyene değil söyletene bakmak lazımdı. Baronlar açık açık saldırmaya başlamıştı, demek ki tansiyon iyice artacaktı. Suriye’de kayıp olan 100 Amerikalı için Obama, Putin’i aramış ve “Dost” olarak yardım talebinde bulunmuşlardı.

Ama Amerika’daki zengin Ruslar anında rahatsız edilmeye başlanmıştı. Yani Obama da olsan, Putin de olsan Siyonistler hesaba katmazdı. İşleyen bir çark vardı. İşte bu çarkı kim kuruyor ve çeviriyordu? Asıl üzerinde düşünmemiz gereken nokta burasıydı. Panama sızıntılarından yaklaşık bir ay önce Rothschild ailesinin en önemli üyelerinden biri olan Jacob Rothtschild, Waddesdon Manor’da Forbes’te paranın asıl sahibi olan 14 Baronla bir araya toplanmışlardı. El altından sızdırılan (CIA olsa gerek) konuşmanın bir bölümü çok enteresandı. Bay Rothschild burada çok iddialı sözler konuşmuşlardı: Dünyadaki 7 milyar insan, 39 kişiye çalışmaktaydı. Bu 39 kişiden 32’si Rothschild ailesine bağlıydı. Bağlı olmayan 7 zengin, Panama Belgeleri’nden sonra Rothschildler’e hizmet için yalvaracaktı… Dünya yakında bambaşka bir dünya olacaktı. 2017’den sonra dünya liderleri tek bir merkezden yönetilmeye başlanacaktı. Panama sızıntıları tamamlanınca arkasında İsviçre Sızıntısı ortaya saçılacaktı. İşte bu sızıntıyla birlikte operasyon tamamlanacaktı. Panama belgeleri şu an İngiliz istihbaratı MI6 tarafından didik didik araştırılmıştı. 15 hedef devlete ait belgeler yayına hazırlanmıştı. Hazırlıklar bittikten sonra Guardian hepsini yayınlayıp dünyaya duyuracaktı. İngilizler hummalı bir çalışma içindeyken Kraliçe’nin etrafında toplanan Rothschildler parayı pulu toplayıp Nevada’ya taşınmaktaydı. Artık belli ki anlaşma büyük ölçüde tamamlanmıştı. Ama bu hamle Amerika içinde bile büyük sıkıntı ve sarsıntılara yol açacaktı.

ABD’de Cumhuriyetçiler silah ve petrol şirketlerine bağlı yürüyen bir takımdı. Bunlar Savaş çıktıkça kazanırlardı. Bakın Irak ve Afganistan, Libya ve Suriye savaşları en çok bunlara yaramıştı. Demokratlar ise Ilımlı Yolu seçerek gidenler ve sonuca ulaşmayı deneyenlerdi. Renkli Devrimler gibi… Temsilcisi de Soros… Yani yine bildik aile işin arkasındaydı. Amerika’daki seçim yarışına baktığımız zaman şimdilerde öne çıkan Donald Trump: “Putin adam gibi adamdır. Biz Rusya’nın sağlığından yanayız…” diye nutuklar atmaktaydı. Kissenger da böyle yapmaktaydı. Diğer yandan Soros’un 60 milyon Dolar yatırdığı, Lynn Forester de Rothschild’in doğum günü partisi düzenlediği Hillary Clinton ise Putin’in tamamıyla karşısındaydı. Zaten Rothschild ve Soros, Putin’le kan davalıydı. Fetullahçı “Paralel” de şu an Hillary ile birlikte yol almaktaydı.

ÇinSovyetler yıkıldıktan sonra Baronların Moskova’yı ele geçiremeyeceklerini anladıktan sonra büyüttükleri bir ülke konumundaydı. Çin’in tek fonksiyonu vardı: Çin ucuz işçi deposu olarak kullanılmaktaydı. Baronlar burada ayda 10 dolara adam çalıştırırdı. En büyük silahı kimsenin rakip olamayacağı şekilde ucuza üreten Çin birilerinin refahını artırmaktaydı. Bir de Çin’in ucuza üreterek elde ettiği gelirin büyük kısmı gidip uzaklardaki bankalara yatmaktaydı. Burası Amerika’ydı. Komünist olan Çin bütün İşçi Sınıfını köleleştirmiş durumdaydı. Parayı elinde tutanlar nasıl Komünist Rusya ile Avrupa‘daki işçi sınıfının refahını zorla da olsa sağladıysa Çin’de de tam tersini yapmıştı. Düğmeye basılınca da Sovyetler dağılmış, paranın egemenliğinde bir Komünist ülke olarak Çin’i kucaklamıştı. “Komünist Rusya Avrupa’ya inmesin” diye işçilere mecburen iyi şartlar sağlanırken, Çin’in doğuşu rekabeti bitirdiği için Avrupa’nın da dönüşmesine yol açacaktı. Avrupa refahını kaybedinceye kadar acı içinde kıvranacaktı. Avrupa Komünizm korkusuyla bünyesindeki virüse dayanaksız hale getirilmiş durumdaydı. Artık bu refah düzeyi ile gidecekleri bir yer kalmamıştı, yıkılacaktı.

İşte tek bir isim Çin’i anlamaya yeterli olacaktı: RİO TİNTO!

Google’a bir bakın! Rio Tinto’nun ne kadar büyük bir güç olduğunu görüp şaşıracaksınız. Kraliçe’nin etrafındaki Akıl bu işin içindedir. Rio Tinto’nun ruhu İngiltere Buckingham Sarayına kadar uzanır. Ama başka ortakları da vardır! Rothschild Co… General Electric Company… Imperial Chemical Industries… Royal Dutch Shell… British Petroleum… HSBC (Hong Kong Shangai Bank Corporation)… Kennecott Holding… J.P. Morgan… Anglo American Corp… Billiton/BHP ve daha başkaları. Hepsi Rothschild’lere bağlıydı. Demek ki Amerika’nın içinde birileri ile İngilizler (Yani Siyonist Yahudiler) düpedüz ortaktı! İngilizlerin İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra imparatorluğu Amerika’ya vermek istemediği, ama bunu mecburen kabul ettiği bilinip durmaktaydı. İşte yukarıda ismini saydığım şirketler Rio Tinto çatısı altında birleşip ÇİN’i dünyaya getiriyordu! Yeni dengenin kurulması ve son imparator Dolar’ın yaşaması için bu lazımdı.

Paraya hükmedenler, Çin’i şekillendirenler, ülkeleri Dolar‘la kontrol edenler Hillary ile gitmek istiyordu. Aslında kurdukları yeni dengenin iki tarafında da kendileri olacaktı. Zaten Çin’in bayrak göstermeden, asker göndermeden Afrika’ya kadar inip hammadde ile buluşması şaşırtıcıydı. En büyük ikinci orduyu elinde tutan Rusya bunu yapamazken Çin rahatlıkla yapıyordu! Demek ki Amerika içinden ciddi destek görüyordu!

Rothschildler her nasılsa her şeyin hem yanında hem karşısındaydı. Tez de Anti Tez de onlarındı. Kapitalizm ile Komünizmi düşman ilan edip kazanıyorlardı. Batı ile Doğu’yu karşı karşıya getirip istedikleri sistemi kuruyorlardı. Hıristiyan ile Müslüman’ı çatıştırıp ceplerini dolduruyorlardı. Ve oyun alanları Dünyanın her yeri; Karargâh Londra-New York-Tel Aviv olmaktaydı. “Birileri ya İngiltere ile ABD arasında yeni bir imparatorluk kurmak için oyun kurmaktaydı, ya da birileri kendi imparatorluğunu Amerika’dan ilan etmek için sıradaydı. Her şartta bambaşka Türkiye olacaktı. Buna kafa yormalıyız… Seçeneklere göre hazırlık yapmalıyız… Yazı da gelse Tura da gelse kazanan biz olmalıyız…” Buckinghamshire’deki Waddesdon Manor, II. Dünya Savaşı’nda İngiltere’nin en güvenli yeri sayılırdı. Birçok zengin, burada yaşamıştı. Kraliçe Victoria ve Kraliçe II. Elizabeth de birçok önemli kararı burada almıştı. Jacob Rothschild ise Dünyayı dizayn etmeye çalışan Rothschild ailesinin en önemli simalarındandı.[10]

Bu tespitler, Erbakan Hoca’nın da yıllarca dile getirdiği ve deşifre ettiği doğrulardı. Ancak AKP iktidarı ve özellikle Sn. Erdoğan yalakası Ergün Diler’in: “İşte Türkiye bu yenilmez ve karşı gelinmez gücün (Yahudi Lobilerinin) güdümündeki Amerika’nın yanında saf tutarsa, yeniden büyük ve etkin devlet olma fırsatını yakalayacaktır” manasında imada bulunması, kahramanlık kılıflı kuklalık politikalarına akıllılık jelatini sarma amaçlıydı. Oysa gerçek kurtuluş ve Yeni Bir Dünyanın kuruluş hedefi; Ayet ve Hadislerin haber verdiği, Erbakan Hoca’nın zafer için gerekli teknoloji harikalarını ürettiği, Doğu Akdeniz havzasındaki büyük hesaplaşma (Armageddon savaşını) Türkiye’nin kazanmasının ardından uygulanacak ADİL DÜZEN programlarıyla mümkün olacaktır ve oldukça yakındır.

Bugünkü sömürü bankacılığı konusunda pek çok asılsız görüşler ortaya atılmıştır.

1. “Faiz sermayenin kirasıdır” yanlışlığı!

Bu görüş; “Faizi sermayenin kirası olarak değerlendirmek ile sermayenin kârı veya ücreti olarak değerlendirmek arasında ne fark vardır?” diye sormaktadır. İslam kaynaklarında ise bu fark gözetilmiş, ilk ağızdan, birbirinin aynı olmadığı vurgulanmıştır.”

“Onlar, hidayete karşılık sapıklığı, bağışlanmaya karşılık azabı satın almışlardır. (Bu gafiller acaba) Ateşe karşı ne kadar dayanıklıdır? (Bu ne şaşkınlık ve sapkınlıktır) (Bakara: 175)

Oysa;

Kiraya verilen bir üretim aracından elde edilen kiranın meşru olmasının sebebi, bu aracın kiracının elinde yıpranarak eskimesi sonucu onda mevcut olan birikmiş emeğin tüketilmiş olmasıdır. İşte kira, üretim aracında mevcut olan birikmiş emekten tüketilen kısmın karşılığı olduğu için meşrudur. Bu birikmiş emek ticarette de söz konusudur. Çünkü kişi satacağı mal için emek, sermaye ortaya koymakta, risk almaktadır. Faizin gayri meşru olmasına gelince, borç verilen para, vadenin bitiminde, aynı miktarda iade edildiğine göre, onda birikmiş emek, yıpranıp eskimediği için tüketilmemiştir. Ancak belki piyasa değerinde bir değişme olmuştur. Mademki borç alınan paradaki birikmiş emek tüketilmemiştir, o halde, anaparanın üzerinde talep edilen fazlalığın emek cinsinden bir karşılığı olmaması sebebiyle bu fazlalık (faiz) gayri meşru olmaktadır.

Ayrıca; Kâr değişken, faiz sabittir. Kâr payı, satılan malın maliyeti ile rayiç fiyat çizgisi etrafında dönmekte, faiz ise tayin edilen miktarın ekseni çevresinde sabit kalmaktadır. Dolayısıyla satılan malın maliyeti, rayiç fiyatının altında olursa kâr payından söz edilebilir. Şayet satılan malın maliyeti rayiç fiyatına eşit veya onun üzerinde ise kâr payı sıfır veya sıfırın altında olur. Mesela, 100 liraya alınan bir araba, 110 liraya satıldığında kâr payı 10 liradır. Şayet 90 liraya satılsa kâr payı sıfırın altına düşmüş demektir. Faiz ise hiçbir zaman anaparanın altına düşmez. Çünkü faiz, paranın resmi değerine göre değil, satılan zamanın boyutuna göre sözleşme ile takdir ve tespit edilir. Zaman çizgisi uzun olursa faiz fazla, kısa olursa az takdir edilir. Yani kâr malın ekonomik maliyetine, tabii piyasa fiyatına tâbi olarak değişiklik gösterirken faiz, yapılan sözleşme veya kanun ile tespit edilmiş muayyen noktada sabit ve dondurulmuş bir durumdadır.

2. “Zaruret halinde faiz alınabilir” iddiası

“Bu zamanda İslam ülkelerindeki İktisadi hayat bankalara dayandırılmaktadır. Bankalar ise faiz üzerine kurulmuşlardır. Üstelik bankaların işlettiği faizde iktisadi bir gaye vardır. Bankalarda biriken bu paralar kendisinden istifade edilmeyen durgun su gibi hazinelerde saklı kalmaktadır. Bu paralar atıl kalmaktansa, bunlardan istifade edilmesi daha yararlıdır.”

Oysa;

Evet, bazı mazeret ve mecburiyetler altında, geçici ve cüz’i olarak bir takım cevaz ruhsatları vardır. Ancak böyle durumlarda mü’minlerin görevi bu mazeretleri ortadan kaldırmak ve Faizsiz Düzen’i kurmaya çalışmaktır. Yoksa bu bahane ile rahatlıkla faizci düzene uyum sağlama mü’min fertleri ve cemiyetleri uyuşturup yozlaştıracaktır.

3. “Faiz başka riba başkadır” safsatası

“Faiz–riba (kat kat faiz-tefecilik) ayrımına gidenler, genellikle enflasyonist ortamlarda enflasyon oranını dikkate almakta, hatta onu şer’i mazeret saymaktadır. Kredi işlemlerinde, borçlunun alacaklıya ödediği reel pozitif faiz, riba kapsamındadır. Reel pozitif faiz seviyesinde olmayan nominal faizler riba kapsamının dışındadır. Dolayısıyla enflasyonist ortamda yapılan borçlanmalarda, enflasyon oranının altında kalan nominal faiz, reel manada bir fazlalık olmadığından, riba–faiz olmayacaktır. İslam’da kat kat faizden bahsedildiği için yüksek faizin değil, ama düşük faizin alınabileceği açıktır” iddiaları da İslam’a aykırıdır.

Oysa;

Önceden belirlendiği, sabit olduğu ve risk içermediği için faiz-riba ayırımının aralarında hiç bir fark yoktur. Oran önceden belirlenmediği zaman paranın değerini koruyabilmek için enflasyon miktarınca geri ödeme faize girmeyebilir yaklaşımında bir doğruluk payı bulunsa da, Müslüman toplumu faize bulaştırma ve alıştırma yorumları oldukça sakattır.

4. “Faizin yasaklanmasındaki asıl hikmet, fakirlerin ezilmesini önlemektir” fetvası

“Ticari kurumlar, bankalar fakir değillerdir; onlar kâr etmek için müşteriden aldıkları parayı başkalarına kredi olarak satarlar. Böyle kâr amaçlı kurumlardan, kişinin hiç değilse yatırdığı paranın değer aşımı kadar bir fazlayı ve biraz da kâr alması, faiz değildir. Çünkü Kur’an’ın ribâyı yasaklamaktaki amacı, zenginlere yatırım için verilen krediden getiri almayı önleyip onların iyice ceplerini doldurmalarını sağlamak, onlardan yana tavır almak değil, yoksulların ezilmesini önlemektir” yaklaşımı da tutarsızdır.

Oysa;

Faizin her türlüsü haramdır. Peygamberimiz döneminde zenginler de ticaret yapabilmek için faiz alıyordu, ama buna müsaade edilmiyordu.

5. “Tüketim kredileri için değil, yatırım kredileri için faiz almanın sakıncası yoktur” yaklaşımı

Oysa;

Faize meşruiyet kazandırmak için yatırım veya tüketim kredisi ayrımına gitmek, kapitalist anlayışın etkisinde kalmak anlamı taşımaktadır. Böyle bir ayrıma gitmek yerine, üretim kredisi, borç ayrımı yapmak daha isabetli görünmektedir. Bu ayrımın anlamı, şirketleşme şeklindeki kâr ortaklığına ve zor durumda olan kimseye borç vermeyi birbirinden ayırt etmeye işaret etmektir. Sermaye sahibini koruma amacıyla, ona faiz tahakkuk ettirmek yerine, kâra ortak olma anlayışının canlandırılması toplumsal yapımıza uygunluk arz etmektedir.

6. “Günün ekonomik şartlarını düşünmeden hemen haram damgasını yapıştırmak İslam’ın ruhuna aykırıdır. Bu nedenle paranın değer kaybını korumak da önem taşımaktadır.” anlayışı da sakattır.

Oysa;

Günün ekonomik şartlarını kapitalizm uyarlamaktadır. Kapitalizmin dini ve ahlakı bulunmamaktadır. Bu sistem başkalarının eti, canı, kanı, emeği, mağduriyeti, sömürülmesi pahasına para kazanmaya, büyümeye, kapital sahiplerinin zenginleşmesine ayarlıdır. İslam günün şartlarına uymaz, günün şartları İslam’a uydurulmak zorundadır. Nitekim Mekke’de İslami dönüşüm de böyle olmuştur. Günün şartlarında atıl para değer kaybediyor ve parasını yastık altında tutanlar zarar ediyorsa bunu önlemenin meşru yolları vardır.

Diğer dinlerde de faiz haramdır

Yahudilikte faiz:

Semavi dinlerden birisi olan Yahudilikte faiz, gerek Hz. Musa, gerekse kutsal kitapları Tevrat tarafından yasaklanmıştır. Tevrat’ın: “Halkıma, aranızda yaşayan bir yoksula, ödünç para verirseniz ona tefeci gibi davranmayacaksınız.” (Çıkış, 22/25),

“Bir kardeşin yoksullaşır, muhtaç duruma düşerse ona yardım etmelisin desteklemelisin. Aranızda yaşayan bir yerli veya konuk gibi yaşayacaktır. Ondan faiz ve kâr alma. Tanrıdan kork ki, kardeşin yakınında yaşamını sürdürebilsin. Ona faizli para vermeyeceksin. Ödünç verdiğin yiyeceklerden kâr almayacaksın.” (Levililer, 25/35, 36,37) gibi çeşitli bölümlerinde de bunu görmemiz mümkündür.

“Para veya faizli olarak verilen herhangi bir şeyle kardeşine borç vermeyeceksin.” “Yabancılar için faizle borç verebilirsin. Lakin kardeşine faizle borç veremezsin.” (Tensiye, 23/19,20).

Hıristiyanlıkta faiz:

İncil’de, Tevrat’ta olduğu kadar faizle ilgili açık hükümler bulunmamakla birlikte, hoş karşılanmadığına dair bazı ayet ve cümlelere rastlanmaktadır. Bunlardan bazıları şöyledir: “Senden dileyene ver, senden ödünç isteyenden yüz çevirme.” (İncil, Matta 5/42)

“İmdi insanların size her ne yapmalarını istiyorsanız, siz de onlara öyle davranın. Çünkü şeriat budur, peygamberler de bunu istemektedir.” (Matta 7/7)

“Kemerlerinize ne altın, ne gümüş, ne de bakır koyun.” (Matta 10/9)

“Siz yalnız onlardan bir iyilik beklemek için yardım ederseniz, bunun için ne teşekkür beklenir? Aynı şeyi günahkârlar da yaparlar. Birilerine ondan karşılık ummak için borç verirseniz, bunun için hangi teşekkür beklenir? Günahkârlar da bir karşılık almak için birbirlerine bir şey verirler. Düşmanlarınızı daha çok seviniz, hiçbir şey karşılık beklemeden onlara ödünç veriniz. Böylece ödülünüz büyük olsun. Yücelerin yücesinin çocukları olursunuz. Çünkü o, nankörlere ve kötülere nimet vericidir.” (Luka 6/33, 34, 35).

Faizin haramlığı İncil’den açıkça belirtilmese de, diğer kurumlarda açıkça belirtilmiştir. Bunlardan biri ve en eskilerinden olan İznik Konsili’nin 325’te faizi yasakladığı bilinmektedir.

İslam’da faizin tedricen yasaklanması:

İslâm’ın faiz yasağında görülen tedriciliği şu şekilde yaşanmıştır:

1) Mi’rac hadisinde faiz yiyenlerin kınanması:

Ebu Hureyre (r.a)’den Hz. Peygamber (s.a.v)’in şöyle dediği nakledilmiştir: “Mirac gecesi, karınları evler gibi (büyük) olan bir topluluğun yanına geldim. Onların karınlarında dışarıdan görülen yılanlar vardı. Cebrail (a.s)’e, bunların kimler olduğunu sorduğumda; “faiz yiyenlerdir” cevabını verdi.” (İbn Mace, Ticarat,58) Mirac olayı 621 miladi yıllarında Mekke’de vuku bulduğuna göre, faizin ileride yasaklanabileceğine daha o günden işaret edilmiş olmaktadır.

2) Faizin malı arttırmayacağının uyarılması

Faizle ilgili olarak nazil olan ilk ayette şöyle buyrulur: “İnsanların mallarında artış olsun diye (banka şubelerinden ve tefecilerden kredi alıp) verdiğiniz faiz Allah katında artmaz (ve hiçbir bereketi olmaz). Ama Allah’ın rızasını dileyerek verdiğiniz zekâta gelince, (işte bunu yapanlar gelirlerini) kat kat artıranlardır.” (Rum: 39) Bu ayet, Mekke’de inmiştir. Ayette ribayı yasaklayan bir hüküm bulunmamakla birlikte, ribanın sevap kazandıran bir amel olmadığına ve onda Cenab-ı Hakk’ın buğzunun bulunduğuna işaret vardır.

3) Önceki şeriatlarda faiz yasağı bulunduğunun hatırlatılması

Kur’an-ı Kerim’de daha önceki dinlerde de faizin yasak kılındığı haber verilmiştir. Yahudilere yapılan faiz yasağından şöyle söz edilir: “Yahudilerin yaptıkları zulümden, çok kimseyi Allah yolundan çevirmelerinden, men edildikleri halde faiz almalarından ve haksız yere insanların mallarını yemelerinden dolayı kendilerine helal kılınmış temiz ve hoş şeyleri onlara yasakladık. İçlerinden inkâr edenlere de acı bir azap hazırladık.” (Nisa: 160,161) Bu ayet Medine-i Münevvere’de inmiştir. Burada mü’minler faize karşı dolaylı yoldan uyarılmıştır. Çünkü Yahudilerin yasağa rağmen faiz almaları kötülenmiştir.

Toplumda görülen haksız kazançlara engel olmaya çalışan Şuayb peygambere kavminin verdiği şu cevapta da aynı anlam sezilir: “Ey Şuayb, dediler, senin namazın mı sana, babalarımızın taptığı şeylerden veya mallarımız üzerinde dilediğimizi yapmaktan vazgeçmemizi emrediyor. Oysa sen yumuşak huylu, akıllı (bir insan)sın.” (Hud: 87)

4) Katlanmış Faizin Yasaklanması:

Vade sonlarında anaparaya eklenen faize “basit faiz” anapara ve faiz toplamına yeniden faiz eklenmesine ise “mürekkep (bileşik)” veya “katlanmış faiz” denir. Cahiliye toplumunda ve İslâm’ın ilk dönemlerinde borçluyu altından kalkamayacağı yük altına sokan bu sonuncu riba çeşidi olduğu için önce bu yasaklanmıştır. Ayette şöyle buyrulmaktadır:

“Ey iman edenler! Ribayı öyle kat kat arttırılmış olarak yemeyin.” (Al-i İmran: 130) Bu ayet Medine’de inmiştir. Buradaki “kat kat arttırılmış olarak…” ifadesi bir kayıt veya şart olmayıp, cahiliyye devrinde uygulanan fahiş riba olayına dikkati çekmek için kullanılmıştır.

5) Kesin faiz yasağının konulması:

Faiz yasağı Kitap, Sünnet ve İcma delilleri ile sabittir. Haramlık hükmü Hicret’in sekizinci veya dokuzuncu yılında gelmiştir.

“(Farklı isim ve sistem altında çeşitli şekillerde) Faiz (riba) yiyenler, (ve faiz ekonomisini yürütenler kıyamet günü) ancak Şeytan çarpmış olanın kalkışı gibi, (Allah’ın kahrına uğramış) olmaktan başka (bir tarzda) kalkmayacaktır. Bu, onların: “alım-satım da ancak faiz gibidir” demelerinden (ve faizi helal görmelerinden ve faize fetva üretmelerinden) dolayıdır. Oysa Allah, alışverişi helal, faizi haram kılmıştır. Kime Rabbinden bir öğüt gelir de (faize) bir son verirse, artık geçmişi kendisine, işi de Allah’a aittir. Kim (faize) geri dönerse, artık onlar ateşin halkıdır, orada sürekli kalacaklardır.” (Bakara: 275)

“Ey iman edenler, Allah’tan sakının ve eğer (gerçekten) inanmışsanız, faizden artakalanı bırakın (faizci düzenden uzaklaşıp sakının).”

“Şayet böyle yapmazsanız, (yani faizi ve faizci düzenleri bırakmazsanız) Allah’a ve Resulüne karşı savaş açtığınızı (Adil devlet ve hükümet düzeninin temellerini yıktığınızı) bilin (ve ona göre davranın). Eğer tevbe ederseniz, artık sermayeleriniz sizindir. (Böylece) Ne zulmetmiş olursunuz, ne zulme uğratılmış olursunuz. (Mü’minler faizsiz düzene geçmek için çalışmalıdır.)” (Bakara: 278, 279)

Mekke ve Taif’in fethi 8. Hicret yılında Veda Haccı ise 10. Hicret yılında gerçekleşmiştir. Riba yasağı da bu tarihlerde gelmiş ve Hz. Peygamber (s.a) bundan 81 gün sonra vefat etmiştir. Ancak bu süre içinde artık helal veya haram hüküm bildiren bir ayet inmemiştir. Riba hükümlerinin Hz. Peygamber’in vefatına yakın bir zamanda gelmesi, alışılagelmiş ve yerleşmiş kötülüklerin tedrici bir süreçle kaldırılması ve önce buna uygun şartların hazırlanması gereğine de uygun düşmektedir.

İsmet SEZGİN

 


Yorumlar - Yorum Yaz
Ziyaret Bilgileri
Aktif Ziyaretçi1
Bugün Toplam72
Toplam Ziyaret2607